Vakıf amelini bizlere ecir kılan Allah’a hamd-ü senalar, vakfın nasıl yapılacağını bizlere öğreten Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ya salât ve selâm olsun. Vakıf geleneği İslam’ın âlemlere rahmet olarak gelmesi ile birlikte ortaya çıkmış ecri büyük amellerden biridir. Her ne kadar sadaka-i cariye (daimî devam eden sadakalar) ve îsar (kendisi ihtiyaç sahibiyken başkasını tercih etme) gibi hayır hasenatın kapsamında değerlendirilse de, hem Peygamberin sünnetinde hem de İslam hukuk literatüründe, özel bir anlamı ve belli şartları olması hasebiyle vakfı bunlardan ayrı bir amel olarak telakkî etmek daha doğru olacaktır. Bazı hukukçular ise sadakanın yanına “cariye” lafzının eklenmesiyle, bilinen sadakalardan ayrılıp artık vakfın tanımı haline geldiğini ifade etmektedirler.
Sözlükte “durmak, durdurmak, alıkoymak” anlamındaki vakıf (vakf) kelimesi terim olarak; “Bir malın maliki tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” şeklinde özetlenebilecek hukukî bir işlemle kurulan ve İslam medeniyetinin önemli unsurlarından birini teşkil eden hayır müessesesini ifade eder.
Kur’an-ı Kerim’de vakıf kavramını ve kurumunu doğrudan çağrıştıracak bir ifade yer almamakla birlikte Allah yolunda harcama yapmayı, fakir, muhtaç ve kimsesizlere infak ve tasaddukta bulunmayı, iyilik yapmada ve takvada yardımlaşmayı, hayır ve yararlı işlere yönelmeyi öğütleyen birçok ayet, Müslüman toplumlarda vakıf anlayış ve uygulamasının temelini oluşturmuştur. Bunların içinden özellikle, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz...” (Âl-i İmrân 3/92) ayeti ve mescidlerin Allah’a ait olduğunun, Allah’ın mescidlerini ancak birtakım niteliklere sahip kimselerin îmar edebileceğinin bildirilmesi (Tevbe 9/18-19; Cin 72/18), bazı âlimlerce vakıfla daha sıkı biçimde ilişkilendirilmiştir.
Türk örfünde ve özellikle Selçuklu ve Osmanlıda nice örneklerine şahit olduğumuz vakıf kültürünü, Hz. Peygamber’in ve O’nun en yakın dostları olan ashabının hayatında ilk örnekleriyle açıkça müşahede etmekteyiz.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) insanın ölmesiyle amellerinin kesileceğini, bunun üç istisnasının bulunduğunu, bunlardan birinin de devamlı bir sadaka (sadaka-i cariye) bırakması olduğunu belirtmiş (Müslim, “Vasiyye”, 14); Medine’deki bazı arazilerden başka Fedek ve Hayber hisselerinin bir kısmını da Müslümanların yararına sadaka haline getirmiştir (Buhârî, “Vesâyâ”, 1). Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a.) de, Hayber’de ganimet olarak sahip olduğu değerli bir arazisini Rasûl-i Ekrem’in, “Aslını alıkoy, gelirini tasadduk et” tavsiyesine uyup satılmamak, hîbe edilmemek ve miras kalmamak şartıyla ihtiyaç sahipleri için tasadduk etmiş (Buhârî, “Vesâyâ”, 22, 28-29), Hz. Osman da yine Rasûlullah’ın yol göstermesiyle Medine’deki Rûme Kuyusu’nu satın alıp bütün Müslümanların yararına tahsis etmiştir (Tirmizî, “Menâḳıb”, 18).
Sahabe arasında vakıf geleneğinin nice örneği bulunsa da en güzel örneklerden biri de Ebû Talha’nın Mescid-i Nebevî’nin tam karşısındaki çok sevdiği hurma bahçesini Medineli fakir Müslümanlara vakfetmesidir.
Peygamberi ve O’nun sahabesini takip edip hayırlı ve güzel amellere öncülük eden milletimizde de vakıf geleneği oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Selçukluda gelişip, Osmanlıda en zirve noktalarına varan vakıf geleneği; sosyal hayatın gelişimi, toplumun kalkındırılması, bekârların evlendirilmesi, işsizlere iş bulunması, fakirleri, yetimleri ve muhtaçları koruyup gözetme gibi birçok sâlih ameli içinde barındıran büyük bir gelenektir.
Başlangıçta sözlü olarak yapılan vakıflar daha sonraları belli aksaklıklar sebebiyle, “Vakfedilen bir malın hangi hayır işlerinde kullanılacağını, ne şekilde yönetileceğini gösteren senet” anlamındaki “vakfiye/vakıfnâme” denen belgelerle sınırları çizili hâle getirilmiştir.
Vakıf geleneği bugün de devam edegelen, içerisinde birçok farklı ameli birleştiren oldukça geniş bir amel olup İslam kültüründe oldukça önemli bir konuma hâizdir. Ne mutlu malını ve canını Allah yolunda vakfedebilenlere...
Ahmed Mahmud Ali Sönmez
Vaiz