Türkiye’nin kaderi, toprağının derinliklerinde gizli bir sır gibi taşıdığı fay hatlarında yazılı.
Her sarsıntıda bu gerçeği bir kez daha hatırlıyoruz ve her büyük depremin ardından aynı soruyu yeniden soruyoruz: "Bu kez ders aldık mı?"

Ne yazık ki cevap, çoğu zaman sessiz bir baş eğişten ibaret kalıyor.

Depremler, doğanın bize gönderdiği bir mektup. Satırlarında ne kin, ne öfke var. Sadece bir hatırlatma: "Unutma, ben buradayım.”

Ancak biz bu mektupları çoğu zaman açıp okumuyoruz.

Şehirlerimiz hızla büyürken, toprakla kurduğumuz o kadim ilişkiyi unutuyoruz. Sağlam zeminin sesini dinlemeden yükselttiğimiz kuleler, plansız sokaklar ve göz ardı edilen riskler, bugün geldiğimiz noktanın en acı sebebi.

Oysa biliyoruz: Depremler, tek başına felaket yaratmaz. Asıl felaket, hazırlıksızlıktır.
Bilimin gösterdiği yolları izlesek, doğru zeminde doğru yapılar inşa etsek, her sarsıntı bir trajediye dönüşmek zorunda kalmaz. Bir doğa olayı olarak yaşanır, bir yas gününe değil, sadece bir hatıra gününe dönüşür.

Ama bizde işler genellikle farklı ilerliyor. İmar afları, denetimsiz projeler, "aceleye gelmiş" binalar...
Sonra enkazların başında bir avuç tozun içinde kaybolan hayatlar, yarım kalan hikâyeler…

Şehirleşme, sadece beton yığınları dikmek değildir.
Gerçek şehirleşme; toprağın sesine kulak vermek, doğaya saygıyla büyümek ve geleceği korumaktır.

Bir kenti güçlü kılan şey, kaç gökdelenin olduğu değil, o kentin insanlarının ne kadar güvende olduğudur.

Bugün elimizde hâlâ bir şans var. Hataları kabul etmek, toprağın dilini öğrenmek, bilimi rehber almak ve şehirlerimizi dirençli kılmak elimizde. Çünkü depremi durduramayız ama depremin yıkıcı etkilerini durdurabiliriz.