Eskişehir'de bir sempozyum sergisi açıldı. Ama ne sergi! Kentin belleğini gelecek nesillere taşıyacak bir etkinlik. Üstelik tarihi bir mekânda: Atila Özer Karikatürlü Ev. Tepebaşı'nın abisi Belediye Başkanı Ahmet Ataç da katıldı. Sergiyi gezerken geçmişle bugün arasında köprü kuran bir iş yaptıklarını söylüyordu; haklıydı da.

Düşünün… Eski bir sinemaya ya da bir köşedeki zarif bir çeşmeye baktığınızda gözünüzde canlanan hatıralar... Bir kentin hafızası, işte bu yapılarda saklı. O serginin kapsadığı restorasyon projeleri, sadece eski binaların duvarlarını değil, anılarımızı da koruyor aslında. Ahmet Ataç, “Şehrimiz, yapılarımız çok değerli” derken tam da bunu anlatıyordu.

Bu serginin kalbinde, kentin hafızası yatıyor. Tarihi değiştiremezsiniz, ama onu koruyabilirsiniz. Bir kenti kent yapan sadece binalar mı? Elbette hayır. Onların içinde barındırdığı hikayeler, anılar ve kültür... Kent kültürü dediğimiz şey tam olarak bu. Projelendirilen, ama henüz gerçekleştirilmemiş işler var. Onlar bile umut vermiyor mu size?

Duygu Şen Öztürk’ün dediği gibi, koruma bilincini halka taşımak önemli. Çünkü geçmişi bilmeyen, geleceği inşa edemez. Geçmişini unutan, köksüz kalır. Tarihi eserler mi? Onlar halkın ortak hafızasının taşları. Gelecek nesillere aynı şekilde aktarmak hepimizin görevi.

Şimdi soruyorum size, kentin "kent" olabilmesi için ne gerekli? Bence bu sorunun cevabı, serginin ortasında duruyor. Mirasa sahip çıkmak, ona el vermek... Sivil mimarlık, cami, çeşme demişken, sadece binaları değil, hafızamızı da restore ediyoruz aslında. Yani gelin, hep birlikte bu kentin naif ruhuna sahip çıkalım.

Kentleri ve hafızayı koruyalım, onları yaşatalım. El birliğiyle, gelecek kuşaklara bırakacak değerimiz olduğunu unutmayalım. Hatıralar, sadece geçmişimiz değil, geleceğimizdir de. Bir bina, sadece tuğla değil. Bir şehir, sadece sokaklardan ibaret değil. Ne demişler? Mimarisi olmayan bir şehir, ruhu olmayan bir insana benzer.

************

ENFLASYONA KARŞI TANSİYON İLAÇLARI

ETO Ağustos Ayı Olağan Meclis Toplantısı yapıldı.  ETO Başkanı Metin Güler “enflasyonla mücadele”ye dair bir dolu şey söyledi. Duyduklarımız arasında en çok dikkat çeken, artan işletme giderleri ve enerji zamlarıydı. İşte ülkemizin “yeni normal”i. Herkesin cebinde bir enflasyon hesap makinesi, düşüyorlar hesap kitap peşine.

Üretim ve işletme giderlerini artıracak zamlardan kaçınılmazsa, bu enflasyon var ya, bizim tansiyonu fena zıplatır. Enerjiye gelen zamların enflasyona düşman gibi saldırdığı bir dönemdeyiz. Yani, zamlardan kaçınılmadığında, ürün fiyatlarında bir uzaya yolculuk durumu var.

Güler bir de “enflasyon muhasebesi” diye bir meseleden bahsediyor. Neymiş, kâğıt üstünde kazanılan paralar vergilendirilecekmiş. Kâğıttan kale misali, firmalar vergi yükü altında belini doğrultamıyor. Tabi, adama sormazlar mı; bu kazançlar hakikaten var mı yoksa hayal mi? Bu durumda firmaların borçlanması kaçınılmaz oluyor. Ekonomi yönetiminden bir düzenleme talebi var.

Özetle, enflasyon muhasebesi firmaları kuşa döndürüyor, enerji zamları ise tüylerini yoluyor! Bir de üzerine, doğalgaz zammı geldi. Bizimkiler Picasso gibi! Konutlarda %38, tesislerde %33,1 zam ne demek? 

Resmen zamlarla imalat ve işletme giderleri sarsılıyor. Malumunuz zamlar, tüketiciye artış olarak yansıyor ve bu enflasyonun belini bir tekme daha atıyor.

Çare? Zaferler kazanmış bir millet olarak, zamlara karşı bu savaşı da kazanabilir miyiz? Umudumuz var elbet. Lakin, bu iş biraz farkındalık, biraz cesaret istiyor. Yılmayalım, okumaktan, öğrenmekten vazgeçmeyelim. 

*************************************

MEMUR CEBİNDE SİMİT KRİZİ*

Memurun aldığı maaş komik. Hasan Hüseyin Köksal, Eskişehir Sağlık Sen Şube Başkanı, diyor ki; “Memurun sırtından kurban kesmekle ekonomi düzelmez, memur aç!” 

Sabahın erken saatleri… Sokakta yürüyorsunuz. Sokaktan geçen biri çıkınında simit var. Önceden “çayın yanına da peynir alayım” diye rahatça düşündüğümüz zamanları hatırlıyorum. Artık o aşama çoktan geçti, simidin hikayesi başka bir evreye geçti.

Ne olduysa oldu, üçgen beyaz peynir 12 TL’yi buldu. Yanlış okumadınız; bildiğimiz üçgen peynir. Bunu yiyebilmek için galiba CEO olmak gerek! Öyle ki yanına bir çay söylemek isteseniz, fiyatlar müze girişi gibi 10 TL’den başlıyor, 50 TL’ye kadar çıkıyor.

Bunu nasıl adlandırmalıyız? Hayat pahalılığı mı? Yoksa geçim sıkıntısı mı? Yoksa fırsatçılık mı? Her şey gözümüzün önünde erirken, bize anlatılmak istenen masallar, memurun sıkıntısını hiçe sayıyor. Cebinizdeki 20 TL sizi peynirli bir simitle buluşturamıyor. Bir simit bir peynir almak adeta lüks oldu.

Serbest piyasa ekonomi diyoruz; ama kimse de demiyor ki “Bu hale nasıl geldik?” Cebini doldurmak isteyenlerle dolu piyasa. Bir de bunu normalmiş gibi sunmazlar mı? Arsızlık!

Bakın, Eskişehir’de kiralar 20 binden başlıyor, Çankaya’dan Batıkent’e doğru 35 bine kadar yolu var! Ara ki bulasın, ama o fiyata taşraya villa yaparsınız. Lüks diyeyim, siz anlayın. 

Bu tabloda memur iki kat artışla ancak nefes alır. Piyasa bozguncularını da hesaba katınca, ivedilikle önlem almak şart!

Dayanışma içinde, bu ekonomik buhranı atlatmak dileğiyle... Artık simitle peynire ulaşmanın hayal olmadığı bir Türkiye’ye uyanmak ümidiyle.