Kelebekler... Hayatlarının kısalığıyla bilinen, ince kanatlı, zarif canlılar. Bir kelebek gibi süzülen, hayatı boyunca yalnızca birkaç dize şiir yazabilecek ömrü olan insanlar. "Kelebeğin Rüyası," tam da bu metaforun etrafında dönen bir film. Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği bu eser, II. Dünya Savaşı'nın gölgesinde, Türkiye’nin kömür kokulu Zonguldak kentinde geçen iki genç şairin iç içe geçmiş dramını
anlatıyor: Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu. Her iki genç de, kalemlerini veremle savaşan bedenlerinden güç alarak kullanıyorlar. Şiir yazıyorlar çünkü şiir, onlara bir yaşam alanı yaratıyor. Bir anlamda ölümden kaçmanın bir yolu.
Ancak bu sadece bir biyografik drama değil. Filmin derinliklerine indiğinizde, aslında Türkiye’nin savaşın kıyısında kalan dönemi ve modernleşmeye direnen bir toplumun sancıları arasında gençliğin, sanatın ve umudun yeşermeye çalıştığını görüyoruz. Yılmaz Erdoğan’ın filmde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil’i canlandırması da bu bağlamda manidar. Erdoğan, yalnızca şairlerin değil, dönemin düşünce yapısının da bir portresini çiziyor. Necatigil, şiiri gençlere aşılamak için uğraşan bir öğretmen olarak karşımıza çıkar, ama aslında şiiri toplumun damarlarına yerleştirmek isteyen bir kültürel liderdir.
Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın, Muzaffer ve Rüştü rollerindeki performansları, izleyiciyi tam anlamıyla geçmişe götürüyor. İki şairin yalnızca şiir için değil, hayat için de verdikleri mücadeleyi o kadar içten ve samimi bir şekilde aktarıyorlar ki, kendinizi Zonguldak sokaklarında, kömür kokusunun içinde, o daracık odalarda onların yanında buluyorsunuz. Tatlıtuğ’un canlandırdığı Muzaffer’in Suzan’a olan aşkı, bir şiir kadar naif ve imkânsız. Bu imkânsızlık, o dönemin tüm aşklarından bir kesit sunuyor bize: Aşk,
yaşanması zor olan ama hep bir umut olarak var olan bir his.
Suzan karakterinin varlığı ise iki şairin hayatlarına adeta bir renk katıyor. Suzan, onların hem ilhamı hem de kaçıp sığındıkları bir hayal dünyası. Ancak Suzan, aynı zamanda toplumun ikiye ayrılmış bakış açısını da temsil eder: Aileler, şiiri ve sanatı hayatın gerçeklerinden uzak bulurken, gençler tam da bu gerçeklerden kaçış olarak şiiri benimserler. Bu çatışma, filmin en dokunaklı anlarından birini yaratır. Şiir sadece bir ifade biçimi değil, bir sığınaktır.
"Kelebeğin Rüyası"nı diğer biyografik filmlerden ayıran şey, sadece Rüştü ve Muzaffer’in yaşamlarına odaklanmaması. Film, aynı zamanda dönemin genel ruh halini, savaşın topluma getirdiği ekonomik ve sosyal buhranı da ustalıkla işliyor. Zonguldak’ın maden kasabası havası, kömür ve hastalıkla iç içe geçmiş yaşamlar, her karede izleyiciyi sıkıştırıyor. Savaşın Türkiye’ye uzaktan yansıyan etkileri bile karakterlerin hayatlarına doğrudan müdahil oluyor. İnsanların şiirle hayata tutunma çabası, yaşamın acı
gerçeklerinin bir yansıması.
Verem, filmin ana temasını oluşturan hastalık, adeta ölümün sessiz habercisi gibi. Ancak film boyunca hissettiğimiz şey, ölüm korkusunun yarattığı bir karamsarlık değil. Aksine, iki genç şairin kısa ömrünü şiirle ve aşkla taçlandırma çabasıdır. "Kelebeğin Rüyası" bu açıdan, yaşamın en karanlık anlarında bile bir ışık arayanların hikâyesidir. Şiir, onların ölüme karşı dik durma şeklidir.
Sonuç olarak, "Kelebeğin Rüyası" bir dönemin, bir neslin ve iki genç şairin trajedisini tüm zarafetiyle anlatıyor. Film, izleyiciyi tarihsel bir yolculuğa çıkarırken, bir yandan da edebiyatın, sanatın ve gençliğin ölümsüz olduğunu hatırlatıyor. Rüştü ve Muzaffer’in şiirleri, kelebeklerin ömrü gibi kısa olabilir. Ama tıpkı bir kelebek gibi, bu kısa ömürlü şiirler de sonsuz bir güzellik bırakıyor geride.