Eğer Yaşarsam filmi, gözler önüne serilen yalnızca bir gençlik dramasından çok daha fazlasıdır. R. J. Cutler'ın yönetmen koltuğunda oturduğu, Gayle Forman'ın kaleminden çıkan bu hikâye, her yaştan izleyiciye hitap eden derin bir insanlık durumu sunar. Başroldeki Chloë Grace Moretz'in etkileyici performansı, bu hikâyenin özünü oluşturan varoluşsal sorgulamaları, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgiyi, izleyicinin zihnine kazır.

Mia Hall karakteri, genç yaşına rağmen derin bir ruhsal yolculuk yaşar. Onun müziğe olan tutkusu, hayatın ne kadar kırılgan olabileceğini öğrenmesiyle iç içe geçer. Bir çellonun naif tınılarında hayatın karmaşıklığı, aşkın inceliği ve geleceğin belirsizliği yankılanır. Mia, bir genç kızın rüyalarını süsleyen her şeye sahip gibi görünürken, bir trafik kazası onu tüm bu güzelliklerden koparıp hayatın en acımasız gerçekleriyle yüzleştirir.

Bu film, klasik bir "hayatta kalma" hikâyesi olarak başlasa da, Mia'nın içsel çatışmaları ve yaşadığı manevi uyanış, filmi sıradanlıktan çıkararak, derin bir felsefi sorgulama alanına taşır. Mia'nın yaşam ve ölüm arasında yaptığı seçim, sadece bir genç kızın hayatı hakkında değil, aynı zamanda izleyicinin kendi hayatına dair sorgulamalarını da tetikleyen bir metafor haline gelir. Bu seçim, belki de hepimizin hayatımızın bir noktasında karşılaşacağı en temel soruya yanıt arar: Yaşamak için yeterince sebebimiz var mı?

Eğer Yaşarsam, bir filmden beklenenden çok daha fazlasını sunuyor; yalnızca bir hikâye anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi kendi yaşamı üzerinde düşünmeye teşvik ediyor. Mia'nın hikâyesi, sadece genç bir kızın trajedisi değil, aynı zamanda herkesin bir gün yüzleşebileceği hayati bir sorunun dramatik bir keşfi. Film, yaşamın değerini, aşkın gücünü ve kayıpların bıraktığı derin yaraları ele alırken, izleyiciyi duygusal bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk, yalnızca bir kazadan kurtulmanın ötesinde, bir insanın hayatını yeniden tanımlaması üzerine derin bir meditasyon sunuyor.

Eğer Yaşarsam, tüm bu unsurlarıyla sinemaseverlere sadece bir dram sunmuyor; aynı zamanda hayatın anlamını sorgulayan, izleyiciyi derinden etkileyen bir deneyim vadediyor. Ve belki de en önemlisi, bizlere, hayatta kalmak ve gerçekten yaşamak arasındaki farkı hatırlatıyor. Mia'nın hikâyesi, izleyenlere "yaşamak" kavramını yeniden düşünme fırsatı sunuyor.