Gün içinde defalarca elimiz telefona gidiyor. Bildirim ışığı yanmasa bile ekranı kontrol ediyoruz. Parmaklarımız, neredeyse refleks hâline gelmiş bir hareketle ekranı kaydırıyor. Sosyal medya, mesajlar, haberler, videolar… Sürekli bir şeylere bakıyoruz. Sürekli bir uyarı, sürekli bir ses, sürekli bir akış.

Ne zaman telefonu sessize alsak, bir duraksama yaşanıyor. İlk anda fark edilmeyen bir boşluk… Sanki bir şey eksilmiş gibi. Ama bu eksiklik dışarıdan değil, içeriden geliyor. Zihnin içinde uzun süredir bastırılmış bir sessizlik, yer bulmaya başlıyor.

Dijital dünya, hızla akan bir nehir gibi. İçine bir kez girince, zamanın nasıl geçtiğini anlamak zor. “Bir dakikalığına bakayım” düşüncesiyle girilen uygulamalarda saatler kayboluyor. Bu akışta en çok kaybolan şey ise durmak. Durup düşünmek. Durup hissetmek.

Telefonu sessize almak, sadece bildirimleri susturmak değil. Aynı zamanda zihindeki arka plan gürültüsünün de farkına varmak. Çünkü sürekli uyarı alan bir zihin, hiçbir düşünceyi tamamlayamaz. Ne düşündüğünü bilmeden hareket etmek, artık sıradanlaştı.

Bu durum zamanla öyle yerleşiyor ki, zihinsel dağınıklık fark edilmeden normalleşiyor. Bildirimsiz bir sabahın garip geldiği, sessiz bir yürüyüşün huzursuzluk yarattığı bir düzen oluşuyor. Oysa ekran karardığında ortaya çıkan sessizlik, uzun süredir duyulmayan bir şeyin kapısını aralıyor: Kendi sesimiz.

Sessizlik kolay bir alan değil. Orada, bastırılmış düşünceler, yarım kalmış duygular, unutulmuş sorular beliriyor. Belki de bu yüzden sessizlikle kalmak zor geliyor. Ama tam da bu yüzden dikkat çekici.

Çünkü telefon sustuğunda, belki de ilk kez gerçekten düşünmeye başlıyoruz.