Mahremiyet… Şöyle bir baktığımızda, ne kadar da büyük bir dönüşüm geçirmiş bir kavram olarak karşımıza çıkıyor, değil mi? Bir zamanlar yalnızca bize ait olan, kapalı kapılar ardında yaşanan anlar; bugün birkaç tıkla herkesin erişimine açık hale geldi. Özel olanın kamusal alanda sergilenmesi artık şaşırtıcı değil, hatta çoğu zaman “normal” kabul ediliyor.

Oysa geçmişte durum oldukça farklıydı. Annelerimiz, babalarımız akşam olduğunda perdeleri kapatmamızı tembihlerdi. Çünkü evin içi, aile yaşantısı, bireyin özel alanı mahrem kabul edilirdi. Bugüne baktığımızda ise bu anlayışın büyük ölçüde değiştiğini görüyoruz. Sosyal mecraların hayatımıza girmesiyle birlikte bireyin özel hayatı ile kamusal hayatı arasındaki çizgi neredeyse tamamen silinmiş durumda.

Sosyal medya, başlangıçta insanların fikirlerini, anılarını ve gündelik yaşantılarını paylaşabildikleri eğlenceli bir alan olarak ortaya çıktı. Ancak zamanla bu paylaşım kültürü sınırlarını fazlasıyla genişletti. Eskiden sadece yakın çevrenin bildiği detaylar —doğum günleri, hastane yatışları, sevgili kavgaları, ev dekorasyonları— artık saniyeler içinde yüzlerce, hatta binlerce kişiyle paylaşılıyor.

Bu dönüşümle birlikte yeni bir sosyal medya normu oluştu: Gösterilmeyen hayat yaşanmamış sayılıyor. Bu düşünce biçimi de bireyler üzerinde ciddi bir baskı yaratmaya başlıyor. Sürekli içerik üretme, sürekli görünür olma hali… Bu da bireyin dış onaya bağımlılığını güçlendiriyor.

Üstelik bu durum yalnızca paylaşım davranışlarımızı değil, düşünce sistemimizi de etkiliyor. Sosyal mecralarda karşımıza çıkan “ideal” yaşamlar, zamanla kendi hayatımıza karşı memnuniyetsiz bir bakış açısı geliştirmemize neden olabiliyor. Daha çok paylaş, daha çok görün, ama içten içe daha fazla sorgula... Bu, günümüzün dijital paradokslarından biri haline geldi.

Elbette herkesin sosyal medya kullanım şekli farklı. Kimi yalnızca bilgi almak için kullanıyor, kimi ise tamamen kişisel içerik üretimine odaklanıyor. Ancak genel tabloya baktığımızda, mahremiyetin adım adım nasıl görünürlüğe kurban edildiği net bir şekilde ortada. Bu noktada önemli olan, neyi ne kadar paylaşacağımız konusunda bilinçli kararlar alabilmek.

Sosyal medyadan tamamen uzak durmak günümüz şartlarında pek gerçekçi bir öneri değil. Ancak kişisel sınırlarımızı tanımak ve özel alanımızı korumak, hem dijital dünyada sağlıklı bir varlık gösterebilmek hem de ruhsal dengemizi sürdürebilmek adına kritik bir beceri haline gelmiş durumda.

Özetle, mahremiyetin anlamı değişti belki ama tamamen kaybolmak zorunda değil. Onu yeniden tanımlamak, dijital dünyada da varlığını sürdürebileceği sağlıklı bir alan yaratmak elimizde.