Naylon ayakkabılarımız vardı bizim. Biz naylon ayakkabılar derdik. Belki de plastiktiler. Üstleri açıktı. Bir tarafa sabitlenmiş kemeri ayağımızın üstünden geçirir, metal bir klipse sokar sıkıştırırdık. Zamanla bu klips paslanır çalışmaz olur, bir türlü kapatamadığımızdan yürürken ayakkabıların kemeri şap şap ayağımızın üstüne çarpardı, sinir olurduk. Biz de kemeri keser, kemersiz kullanırdık. Bu defa da koşarken ayakkabılar ayağımızdan çıkar yine sinir olurduk. Yalnız bu değildi ayakkabılarımızdan çektiğimiz. Yazın sıcağında ayaklarımız cayır cayır yanar, ter içinde kalırdı. Bir de ayakkabılar ve kemer ayaklarımızda iz bırakırdı. Porsuğa yüzmeye gittiğimizde, birbirimizin ayaklarına bakar gülerdik.
Bir takım elbisemiz olurdu. Elbise iyice eskiyip rengi atınca tersyüz edilir, öbür tarafını giyerdik. Düğmelerin sağdan sola geçmesi bizi rahatsız etmez, hatta eğlendirirdi. Sanki yeni elbisemiz olmuş gibi bir hava atardık ki… Çoraplarımız hep yamalıydı. Ne güzel rengârenkti o yamalar. Çünkü Analarımız ne ellerine geçerse, hangi renk olursa olsun yama olarak kullanırlardı Her yeni ayakkabı alındığında koynuma alır yatardım günlerce, kıyamazdım giymeye.
Büyüklerimizi sayar, küçüklerimizi korur, severdik. Bayramlarda el öpmeye bayılırdık. Akrabalarımız bize yatıya geldiğinde veya anne babalarımızın arkadaşları bizi ziyaret ettiklerinde dünyalar bizim olurdu. Hele bir de çocukları varsa, gelmelerini sabırsızlıkla bekler, saatleri dakikaları sayardık, çok heyecanlanırdık. Hiç gitmelerini istemezdik. Mahallemizde bir ölüm olduğunda hüzünlenirdik. Çocuktuk ama acıyı üzüntüyü bilirdik, hissederdik. Bağıra çağıra oyun oynamak içimizden gelmezdi.
Her şeyimizi, yoksulluğumuzu paylaşırdık. En büyük eğlencemiz sinemaya gitmekti. Paralarımızı bir araya getirir, eksik olanları tamamlar hep birlikte anlamsız filmleri seyretmeye giderdik. Dedim ya hep birlikte giderdik. Eğer birimiz gelemezse hiç birimiz gitmezdik. Kimse cebine bir şey doldurup yemezdi, yiyemezdi. Ya paylaşırdı, ya da döve döve ceplerini boşaltır aramızda paylaşırdık. Birimiz gülse hemen neye güldüğünü sorar, hep birlikte gülerdik. Birimizin suratı asık olsa, onun derdini anlayıp teselli etmeden oyunumuza başlamazdık.
Portakal, mandalina gibi meyveleri yılbaşından yılbaşına yerdik. Babalarımız ara sıra balık alırlar, annelerimiz pişirir, evlerimiz haftalarca balık kokardı. Balık yemekten de, balık kokusundan da nefret ederdik. Çikolata lükstü. Muz denen meyvenin sadece resimlerini görürdük. Evet, fantastik yiyeceklerimiz yoktu ama her şey çok lezzetliydi. Yediklerimizin sonuna kadar tadını alırdık. Midelerimiz davul gibi şişmez, durmadan hastalanmazdık. Ramazanın gelmesini, iftar sofralarını, ramazan pidelerini, dört gözle beklerdik.
Çok tehlikeli oyunlar oynardık; Met değnek, çamura çubuk sokma, uzun eşşek, aşık, misket bunların bazılarıydı. Ne yapalım o zamanlar bu günkü gibi, imkânlar, oyunlar, bilgisayarlar, cep telefonları olmadığından kendi oyunlarımızı kendimiz yaratırdık. Hiç canımız sıkılmaz, hiçbir şeyin özlemini eksikliğini hissetmezdik. Aramızda o kadar güzel bir arkadaşlık, öyle anlatılamaz bir sevgi vardı ki, akşam karanlığına kadar oynar, eve gittiğimizde birbirimizi özler. Sabahın olmasını iple çekerdik.
Askerler, cemseler, askeri araçlar arasında büyüdük biz. Ordumuzla, askerlerimizle öğünürdük. Onlar oldukça vatanımıza kimseler göz dikemez diye sevinirdik. Kendimizi güvende hissederdik.
10 Kasımda hüzünlenir, cumhuriyet bayramında coşardık. Atatürk hepimizin atası, Zübeyde hanım hepimizin annesiydi, onlara dil uzatanın dilini kökünden sökeceğimize yürekten inanırdık. Atamızın resimlerine bakarken, o eski siyah beyaz filmleri seyrederken gözlerimiz nemlenir içimiz dolardı.…
Ve bir bayrağımız vardı, tek bir bayrak. Bir bayrak bilirdik biz. Hilalıyla, yıldızıyla kıpkırmızı rengiyle iftihar ettiğimiz, hayran olduğumuz, kurban olduğumuz, varlığıyla gurur duyduğumuz bir bayrağımız vardı.
Aradan 60 yıl geçti. Gidenler, güzel insanlar olarak gittiler. Şunu iyi bilin kalanlar hala aynı güzelliklerini devam ettiriyorlar.
O kadar kolay değil yani!...