İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren eşyayı ve hayatı anlamaya, varlığı ve yokluğu kavrayarak kalbini ve zihnini tatmin eden anlamlar oluşturmaya, kendi varlığını da bu anlam haritasında en doğru yere oturtmaya gayret eder. “Ben kimim?”,“Nereden geldim?”, “Nereye gidiyorum?”, “Yaşam ırmağı hangi ummana dökülüyor?” gibi varoluşsal sorular, yol boyu ona refakat eder. Çünkü insan et ve kemikten ibaret değildir. Onun somut varlıklarla, dünya nimetleriyle mutmain olamayacak bir kalbi ve bilinci vardır. Kaldı ki insana ve onun yaşadığı hayata dair temel sorular, kişinin tek başına bulabileceği yanıtlar içermez. Bunun için kendisini var edenin izahına, onu dünya ortamına gönderen üstün gücün açıklamalarına ihtiyaç duyar. Vahiy ve peygamberle olan iletişim, tam bu noktada insanın anlam ihtiyacının giderilmesine ve hayatını anlamlı hale getirmesine büyük katkılarlar sunar. Çünkü senaryoyu belirleyen, koşulları oluşturan, insanı ruh ve beden ikilisinden yaratan Yüce Allah (c.c.)’tır.

Kur’an-ı Kerim’de, insanın yaratılış gayesi Allah’a kulluk olarak belirtilmiştir (Zâriyât 51/56). Bazı müfessirler, bu kulluğu, “Marifetullah”, yani Allah’ı bilme ve tanıma olarak açıklamışlardır (Mâverdî, en-Nüket ve’l-Uyûn). Çünkü Allah’ı bilip tanımadan diğer sorumluluk ve ödevlerin kabul edilmesi ve yapılması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’in öğretilerine göre bu kulluk; inanç, amel ve ahlâk olmak üzere üç kısımdan oluşur. İnanç kısmında belirlenen esaslar, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar hiç değişmeden gelmiştir. İman ederek Allah’a kulluk sözü veren herkesin, Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplara, ahiret gününe ve her şeyin Allah’ın bilgisi, gözetimi ve denetimi altında gerçekleşmesi anlamına gelen kadere iman etmesi zorunludur. Bu durum, mümin ve Müslüman olmanın ön şartıdır. İman; inanılan esasları, doğrulukları konusunda hiçbir tereddüt göstermeden kabul etmektir. İmanın özü tasdik, yani inanılan esasların gerçek ve hak olduklarını doğrulamaktır.

Amel kısmına dair ilahî buyruklar ise insanın, Allah’a olan kulluğunun yanında, başta hemcinsleri olmak üzere diğer tüm canlılarla olan ilişkilerini düzenler. Allah’a olan bağlılığımızı, imandan sonra ibadetlerimizle gösteririz. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler, bizim Allah’a olan bağlılığımızı pekiştirir ve onda süreklilik sağlarlar.

Ahlâk ise kendimize, hemcinslerimize ve diğer tüm canlılara, hatta cansızlara nasıl davranacağımızı belirleyen evrensel adabımuaşeret kurallarıdır. Doğruluk, dürüstlük, sadâkat, sözünde durma, emaneti koruma, yalan konuşmama, küçüklere şefkat, büyüklere saygı ve hürmet, anne- babaya saygısızlık ve hürmetsizlikte bulunmama ve ihtiyarlık ve düşkünlüklerinde onlara bakma gibi tutum ve davranışlar, bunların en önemlileri arasındadır. Ahlâkın özü, Yaradan’a hürmet, yaratılana şefkatten ibarettir.

Bütün bunların yanında, müminin kulluk yolculuğunda varacağı nihai menzili ahiret yurdudur. Mizanın ve terazinin eksiksiz tartılacağı, yüce Rabbimizin; ...Vay halimize! Bu nasıl kitapmış! Küçük-büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!...” (Kehf 18/ 49) ifadesiyle, yapılan iş ve eylemlerin eksiksiz karşımıza çıkacağı kesin dönüş yurdumuzdur. Bu manada; “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’âm 6/32) ayeti ile, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in; “Akıllı kişi kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise arzularına uyup bir de Allah’tan bağışlanma umandır” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 25) hadis-i şerifi, gaflet rüzgârlarıyla sarsılıp istikamet ve anlam problemi yaşayan zihinlere ikaz sadedinde mühim bir hatırlatmadır.

İyilik ve doğruluk yolunda yaşadığımız bir hayatın nihai hakikat olan ahiretimizi mamur etmesi temennisiyle Cumamız mübarek olsun...

Enes FİDAN

 İl Vaizi