Eskişehir

Eskişehir'deki bıçaklı saldırıda toplum olarak nasıl ders çıkarabiliriz?

Eskişehir’de 18 yaşındaki saldırganın 5 kişiyi canlı yayın açarak bıçakla yaralamasının ardından günler geçse de olayın şoku hala atlatılamadı. Yaşanan saldırının altyapısını, toplumsal boyutunu, dünyada yükselen aşırı sağ ideolojinin gençlerde yarattığı etkiyi Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fuat Güllüpınar’la konuştuk.

Abone Ol

Eskişehir’de 18 yaşındaki saldırganın 5 kişiyi canlı yayın açarak bıçakla yaralaması olayının yankıları sürüyor. İlk etapta yapılan açıklamalar saldırganın video oyunlardan etkilendiği yönünde olsa da yeleğinde yer alan 'Kara Güneş’, taktığı Nazi kaskı ve bıçağında bulunan Nazi sembolü, olaya ayrı bir boyut kazandırdı. Yaşanan saldırının altyapısını, toplumsal boyutunu, dünyada yükselen aşırı sağ ideolojinin gençlerde yarattığı etkiyi Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fuat Güllüpınar’la konuştuk.

Şehrimizde 5 kişinin yaralandığı saldırının ardından aslında bir klasik olarak video oyunları sebep olarak gösterildi. Ancak saldırganın manifestosu ve günlüğü incelendiğinde küresel bir hareket haline gelen, özellikle internette örgütlenen aşırı sağ ideoloji ile birlikte ailesi ve toplumla yaşadığı sorunlar da göze çarpıyor. Sizce saldırının altyapısını ne oluşturuyor?

“Saldırının altyapısını çok katmanlı bir şekilde değerlendirmek lazım… Bu mesele sadece dijital oyun bağımlılığıyla ve bu bağımlılığın insanları saldırganlaştırmasıyla açıklanamaz. Çünkü saldırının motivasyonu her ne kadar oyun karakterine bağlı gibi görünse de, failin günlüklerini, sosyal medyada yazdıklarını ve 16 sayfalık manifestosunu okuduğunuzda, detaylarda aslında aile içinde sert bir çatışmanın, kendini değersiz gören örselenmiş bir kimliğin, ekonomik refah yoksunluğu ve gelecek kaygısıyla işe yaramazlık hissinin çocuğu bir kimlik arayışına ittiği anlaşılıyor. Yine yazılarından okuduğumuz kadarıyla, içine girdiği izole yaşamının da etkisiyle sorunların çözümsüz olduğuna inanması, sert iletişim sorunları ve onu hiç duymayan, dikkate almayan otoriter bir aile ortamında, kimlik arayışında ideolojik olarak Nazi vb. aşırı sağ yaklaşımların radikalizminden etkilendiğini görüyorsunuz. Bu kişi, tümüyle bir Nazi neferi gibi davranan birisi değil şüphesiz.  Muhtemelen yakınlarıyla olan sert çatışma ve iletişim ortamı, buna bağlı olarak değer görmediğine ilişkin yargısı ve bunun hiçbir şekilde değişmeyeceğine olan güçlü inancı ve geleceksizlik duygusuna kapılması; yoğun bir öfke nöbetine ve insanların tamamından nefret etmesine yol açıyor. Ancak insanlıktan nefret ederken de toplumun genel olarak ötekileştirdiği kadınlar, LGBT, göçmenler, siyahlar vb. gruplara çok güçlü ve özel bir öfke besliyor. İnsanlardan böcekler olarak söz ediyor. Bu böcek söylemi, Nazi rejiminin radikal çözümcü dilinden türeyen bir söylem aslında. İnsanlardan nefreti onu aşırı sağ ve ırkçıların radikal dünyasına yaklaştırıyor.”

Failin manifesto olarak nitelendirdiği yazılarında hep bir kökten çözüm fikri ön plana çıkıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

“Nihai çözümü nereden hatırlıyoruz? Nazi rejiminden. Nazi rejiminde nihai çözüm neydi? Yahudilerden kurtulmak. Onları ‘böcek’ olarak görüyordu zaten. Manifestoda da insanlardan bahsederken ‘böcek’ diye bahsediyor. Manifestonun içinde bazı temaları yakalayabiliyorsunuz. Bu temaların bir kısmı dijital oyunlardan geliyor. Bir kısmı da sağ söylemden, yani Nazilerin söyleminden geliyor. Hatta ‘mizantropiden’ bahsediyor. İnsanlardan nefret ediyor. Ama buraya gelene kadarki süreci iyi analiz etmek lazım. Sosyoloji de aslında burada devreye giriyor. Aslında şiddet mekanik bir şey değil. Etki -  tepki mekanizması gibi çalışmıyor. Şiddet aslında biriken birtakım olaylar zincirinin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bir buhar kazanı nasıl patlar? İçinde basınç birikir ve patlar. Böyle bir analoji kurarsak, şiddet de bu şekilde çıkıyor.”

Toplumla olan sorununun temelinde ne yatıyor olabilir?

“Çocuğun bir geçmişi var. Bunun içinde psikiyatrik bir geçmiş de var. Belli ki çocuğun örselenmiş bir kimliği var. Özellikle şuna vurgu yapmak istiyorum; özellikle baba otoritesiyle ciddi sorunları var. Baba otoritesi çocuğun üzerinde ciddi anlamda bir travma yaratmış. Yazdıklarından babasından nefret ettiği anlaşılıyor. Esas olarak burada belki de temelinde psikiyatrik bir hastalığın da geçmişi bulunabilir. Ama biz şunu biliyoruz; her psikiyatrik rahatsızlığı olan, çocukluğunda travma yaşayan herkes şiddete başvurmuyor. Her şiddete dayalı dijital oyun oynayan çocuk da çıkıp saldırıda bulunmuyor.  1 milyon tane çocuk bu oyunları oynuyorsa 2 tanesi saldırı eğilimli bir çocuk haline geliyor. Ancak orada farklı olumsuz sosyal koşulların ve deneyimlerin bu sürece eşlik etmesi sonucunda bir kişi şiddeti bir çözüm olarak görmeye başlıyor ve saldırganlaşıyor. Dolayısıyla burada vurgulanması gereken asıl unsurlardan bir tanesi, çocuğun aile içinde güçlü bir iletişimsizliği var. Anne ve babayla ciddi bir çatışması var. Çok sert bir çatışma olduğu belli oluyor. Bazen ailenin çok sert ve otoriter olmasından, bazen de çocuğun uzlaşmaz bir kimliği sahiplenmesinden de gelebilir. Burada hangisinin baskın olduğunu kestirmek zor. İkisi birlikte de olabilir. Hem çocuğun karakteri hem de ailenin otoriteryen tutumu çocuğu izole bir hayata zorlamış olabilir. İzole ve yalnız bir kişilik var. Hatta zaman zaman yalnız bir kurt olduğundan söz ediyor. Sembol olmuş, şiddet eylemi gerçekleştirmiş ve başarılı olmuş insanların hepsini tanıyor. Popüler olanların hepsini biliyor. Manifestosunda onların hepsi var ve ‘bunlar benim azizlerim’ diyor. Hatta 1 – 2 kişi öldüreni başarısız buluyor.”

Olayın ardından yapılan ilk açıklamalar saldırganın motivasyonunu şiddet içerikli video oyunlardan aldığı yönündeydi. Oyunların etkisi gerçekten bu kadar yüksek mi?

“Çocuk izole bir kişilik ama bilgisayar oyunları da bu izolasyonu iyice kuvvetlendirmiş. Bilgisayar oyunlarına yoğun bir konsantrasyon bu kısır döngüyü yaratmış. O izolasyon ve yalnızlaşma, ailedeki o iletişimsizliği de kuvvetlendirmiş gözüküyor. Hatta baktığınız zaman oyun temalarını kullanıyor manifestoyu yazarken. Bazı oyun kavramlarından söz ediyor. Ama şunu biliyor: ‘Herkes bir gün benden söz edecek’ diyor. Herkesin kendinden söz edeceği kurgu da yapıyor. O kurgunun için de kullanacağı aletleri yazıyor, puanlamalar yapıyor, ne kadar çok şiddet uygularsa o kadar puan alacağına dair. Aslında bu ne kadar çok şiddet kullanırsa o kadar çok puan alma olayı ‘Call of Duty’ ve PUBG gibi oyunlarda var. Bu tür oyunlardaki oyun karakteriyle özdeşleştiğini gösteren bir dünyası var. Seçtiği semboller de gamalı haç, kask, miğfer, balta, zırh… Bunlar da oyunun kurgusunun bir parçası. Yani şunu anlıyoruz: Oyun, çocuğun gerçek dünyaya yaydığı ve genişlettiği bir şeye dönüşmüş. Bir biçimde aslında canlı yayın açıp hayatını bir oyun karakteri gibi kurguluyor eylemi yaptığı sırada. Çocuğun oyunun etkisinde olduğu görülüyor ama yazdığı manifesto ve günlükler olmasaydı biz arka planı hiç konuşmayacaktık. Ama biz biliyoruz ki bu tür şiddet eylemlerinin arkasında daima toplumsal faktörler var: Aile ilişkileri, ekonomik kaygılar, geleceksizlik duygusu, değer görmeme, toplumdan dışlanma, farklı nedenlerle kendini bir yere aidiyet hissetmeme vb.  Bir şekilde toplumsal arka plana dair bir şey konuşabiliyoruz. Literatürde tek başına bilgisayar oyunlarının insanı saldırganlaştırma etkisinin çok güçlü olmadığı tartışılıyor. Buna eklenen sosyolojik unsurlar olmadan tek başına bilgisayar oyunu bize saldırganlık hakkında nerdeyse hiçbir şey söylemiyor. Şüphesiz, oyun bağımlılığı, o oyunun içinde karakterlerle özdeşleşme insanları belli bir yere kadar etkiler. Ama milyonlarca çocuk, yetişkin o oyunları oynuyor. Eline silah alıp saldırı gerçekleştirmiyor. ”

Failin günlükleri, paylaşımları ve notlarını incelediğinizde nasıl bir ruh haliyle karşı karşıya olduğumuzu tanımlayabilir misiniz?

“Çocuğun parça parça yazdığı metinlerden anladığımız kadarıyla, çocuk aslında kendini sistem karşıtı gibi sunuyor kendini. Sistem karşıtı bir kimlik olarak kendini kurguluyor ancak baktığınız zaman çocuğun nefret objesi olarak seçtiği kişiler, kimlikler, gruplar aslında toplumsal ve siyasal alanda ötekileştirilen klişe nefret objeleri. Yani toplum kime nefret duyuyorsa aslında onunla aynı… Nefret objelerini sayıp yeniden üretmek istemem ama çocuk aslında kendini sistem karşıtı gibi göstermek istemesine rağmen çok statükocu ve sıradan biri. Toplumumuzda ötekileştirilen ne kadar grup, kimlik varsa onlara dair epeyce radikal öneriler sunuyor. ‘Onlardan kurtulmalıyız’ diyor özetle. Ana akım klişe ve önyargılardan da etkilenmiş gözüküyor. . Burada da bir kimlik karmaşası yaşadığını görebiliyoruz. Ayrıca, toplumdaki bahsettiğimiz türden ötekileştirme ve önyargılar da sürekli patoloji üretmeye aday bir toplumsal zemin yaratıyor, bu yüzden toplumda nefret objelerinin bu kadar kolay yaygınlaşması da ayrıca üzerinde durulması gereken sosyolojik bir vaka.”

Dünyada yükselen aşırı sağın ve hatta ırkçılığın gençler üzerinde nasıl bir etkisi olabilir?

“Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra tüm dünyada göçmen karşıtı bir iklim, aşırı sağa kayış hatta Avrupa’da da ırkçı partilerin yükselişi söz konusu. Ana akım politik partilerde göçmenlere ve bu saldırılara karşı sert, radikal söylem göremeyen kitlelerde aşırı sağa, ırkçılığa doğru bir kayış var. Dolayısıyla ‘Gençler neden aşırı sağa ve ırkçılığa doğru yönelir’ diye sorduğumuzda,  onlar çok daha radikal öneriler sunuyor. Gençler daha maksimalistler o yaşlarda çünkü kaybedeceği daha az şey var. Ayrıca geleceksizlik duygusu, bağımsız ve özerk bir kimlik oluşturamamış olması; onları sert, kesin çözümcü ve radikal ideolojilere yatkın hale getiriyor. Dünyadaki genel hava da bu.  Dünyadaki genel havadan da bir biçimde etkileniyor ve bazı kahramanlar yaratıyorlar kendilerine. Şiddet eylemine başvurmuş ve Neonazi ideolojisine sahip olup ‘böceklerde kurtulma operasyonu’ diye tabir ettiği operasyonu yapmış ve başarılı olmuş canileri kahraman olarak görüyor. Minimalist adımlar bu noktada çocuğu tatmin etmiyor. İnsanların hepsini böcek olarak görüyor. Ana akım bütün o klişe ve önyargılar çocuğun ideolojik ve kimliksel bütün dünyasını esir almış gözüküyor. Zamanın ruhu çocuğu esir almış. 11 Eylül, Madrid, Amsterdam saldırıları oldu. Büyük ölçüde Ortadoğu’dan gelen bir terör Avrupa’yı sarstı.  Avrupa buna sağcılaşarak karşılık verdi. Bu da kümülatif bir radikalliğe yol açtı. Ortadoğu’da IŞİD, Guantanamo Üssü’nde olup bitenler, El Kaide ve onların uzantılarının Avrupa ve Amerika’daki terör saldırıları Avrupa’da buna mukabil bir sağcılaşma ve ırkçı hareketlere ivme kazandırdı.…Tabii uzun yıllardır süren savaşlar nedeniyle Avrupa’ya akın eden göçmen ve mülteciler de Avrupa’nın sağcılaşmasında önemli bir rol oynadı. Ortadoğu ve Avrupa’daki radikal hareketler dünyada kümülatif bir radikalleşme ve aşırı sağın popülerlik kazanmasına neden oldu. Avrupa’daki bugünkü aşırı sağın büyümesine neden olan göçmen akınları da büyüyen bir radikalizm Avrupa’da da bir direnç ve ırkçılaşma yarattı. Bütün bunlar hep kesin ve fanatik çözümler. Çocuk da kimlik bunalımında her şeyi genelleştirdiği, herkesi böcek olduğunu düşündüğünüzde radikal çözümlere daha eğilimli hale gelmiş görünüyor.  Bir de göçmen karşıtı bir iklim var.  Çocuğun yazdığı 16 sayfalık manifestosunda göçmenlere yönelik de epeyce stratejiler var. Onlardan kurtulma stratejileri var.”

Bu saldırıdan toplum olarak nasıl bir ders çıkarabiliriz? Gençleri bu yönelim ve tutumdan uzak tutmak için topluma düşen görevler neler?

“Burada çocuğun kimlik bunalımını pekiştiren bir şey var. Aile içindeki sert çatışma, itibar görmeme, çocuğun örselenmiş kimliği… Fabrikada staj yaptığından, orada da alay edildiğinden söz ediyor. Ne kadar gerçek, bütün verileri incelememiz çok kolay değil ama en azından satır aralarında okuduğumuz şey örselenmiş bir kimlikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Baba figürüyle çok sert bir alışverişi var. Belki o toplumsal sisteme olan hıncı da baba figürüyle olan güçlü çatışmasından geliyor olabilir. Gençlerin bu tür eğilimlerini engellemenin tek yolu, onların ailede, okulda, işyerinde haklarının güçlü olması ve ayrıca birey olarak değer gördükleri hissini her ortamda hissedebilmeleridir. Aile içindeki iletişim kanalları güçlü ve açık tutulmalı. Buradan çıkarılan ders şu olabilir: Biz çocuklarımızın dijital dünyayla bağını koparmadan, orasıyla birlikte nasıl beraber yaşamımızı sürdürürüz? Bunun panzehiri şu olabilir: Çocuklarımızla güçlü bir iletişim kurmaya devam etmek. Onların özgüvenlerini ve özerkliklerini destekleyen güvenilir bir ortam ve iklim yaratmak... Ailedeki güvene dayalı ilişkiler de çok kritik. Çocuk eğer ebeveyne güveniyorsa, dijital dünyada neyle karşılaşırsa karşılaşsın gelip rahatlıkla aktarabiliyorsa, iletişim kanalları açıksa o zaman çocuk dijital dünyayla daha sağlıklı bir ilişki kurabilir. Eğer aile iletişime kapalı ve sert önlemler aldıysa, nihai çözümcüyse, çocuğu görmezden geliyorsa, bir şekilde çocuğun özgüvenini zedeliyor. Daha önemlisi, gençlere geleceğe güvenle bakabilmelerini sağlayacak ve refahlarını arttıracak sosyal politikalar oluşturmak. Onlara eğitim ve istihdam alanında kolay erişebilecekleri burslar, kaynaklar, iş ve staj fırsatları yaratmak gerekiyor. Bu noktada, özellikle toplumun marjinine itilmiş, yoksul ve izole olan gençlere yönelik kurumsal ve sosyal destek politikalarının çok hayati olduğu anlaşılıyor.  Aile, iş yerinde patron, okulda öğretmen tarafından çocuk ve gençler değer gördüğünü fark ederse ve en önemlisi kurumlar da gençlere yönelik eğitim ve istihdam alanlarında güçlü destek mekanizmaları ve sosyal politikalar oluşturabilmişse o zaman hiç korkmaya gerek yok.  Sonuç olarak bu tür destek mekanizmalarının olduğu koşullarda bireyler de o dijital dünyayla kurdukları ilişkide izole bir hayata ve kısır döngüye gitmezler. Bu çok açık…”

Burada öncelikli olarak aileye ve kamu kurumlarına büyük görev düştüğünü söyleyebilir miyiz?

“Gençlere yönelik eğitim ve istihdam alanlarında destek politikalarının sistematik ve sürdürülebilir bir şekilde gençlere sunulabiliyor olması lazım. Burada özellikle kamu kurumlarına çok önemli görevler düşüyor. Aile içinde iletişim kanalları kapalıysa, güven duymuyorsa, aşağılanıyorsa o zaman çocuk, dijital dünya içine hapsoluyor. Çünkü o dünya bir şekilde konforlu bir dünya. Kimse ona kızmıyor hatta ona puan veriyor. Ne kadar şiddet uygularsa o kadar puan alıyor, itibar görüyor, yeni bir kimlik yaratıp onunla özdeşleşiyor. Oyun artık gerçek dünyanın yerini alıyor. Dijital oyun bağımlılığını inşa eden süreç tam da bu bahsettiğimiz sosyal ilişkiler alanıyla ilgili. Sosyal ilişkiler alanını biraz daha iletişime açık, güvene dayalı, özgüveni inşa edecek bir şekilde inşa ederseniz o zaman oyun karakteriyle değil gerçek dünyanın iletişim kodlarıyla konuşmaya başlayacaktır.  Açık iletişim, güvene dayalı ilişki ve çocuğa değer verme. Mesela çocuk iş yerinden az para aldığından da söz ediyor. Çalışma hakları da çok önemli. Bunlar hep bir bütün. Esas olarak çocuğu motive eden tek şey dijital bağımlılık değil. Tek başına o olsaydı milyonlarca çocuğun da benzer eylemle saldırı girişimlerine tanık olurduk. Son olarak kamu kurumlarının da gençlerin refahını yani psikolojik, sosyal ve ekonomik iyilik halini güçlendirecek sosyal politikaları yaygınlaştırması ve sistematik hale getirmesi gerekiyor. Gençler, onların fikirlerinin ve girişimlerinin desteklendikleri ve değer gördüklerini hissettikleri ölçüde izole bir hayata ve nihai çözümcü radikal eğilimlere yönelmeyecektir.”