'Ağızdan çıkan başa değer.' atasözümüzü duymayanımız pek azdır diye düşünüyorum.
'Kasavetsiz ağız anahtarsız açılır.' atasözümüzü de duymayan yoktur diye içimden geçiriyorum.
'Konuşabilmek' ve 'Konuşmayı bilmek' arasındaki farkı bilip de kullanmayan da epey vardır diye aklımdan geçiyor.
'Dinlemeyi sevmeli gevezeliği değil' desem hepimiz hemen kabul ederiz. 'Bizi ilgilendirmeyen bir konuda çenemizi yormasak' n'olur' desem katılmayan yok gibidir.
Ne zaman susacağımızı bilsek de pek başarılı olmadığımız huşunda hemfikir olduğumuzu da biliyorum.
Benim yaş grubundakiler gibi büyüklerimizden, büyüklerimizin, hikmet sahibi kişilerin aklı başında olanların az konuştuklarını duyarak büyüdüm ben. Bizim uşak böyleydi. İyiydi, kötüydü tartışmasını şimdilik bir kenara bırakıyorum.
Konuşmak gerekli ama gereğinden çok konuşmak, elbette gereksiz... Bu gereksizliği epeyce siz de benim gibi yaşamışsınızdır. Hatırlamaya çalışsak, utanacağımız da çoktur bu hadiselerin içinde. Hemen hepimizin hislerine tercüman olacağına inandığım, konu ile ilgili yakınlığına binanen şu kıssayı bir hatırlayıverelim şöyle:
'Yozgat'ı bir müddet hakimiyeti altında tutan Çapanoğlu'nun Bektaşî-meşreb kimselerle arası iyi imiş.
Bir gün bunlardan biri Çapanoğlu'nun ziyaretine gelmiş bakmış ki Çapanoğlu öksürüğe tutulmuş, küt küt, şiddetle öksürüp duruyor. Aralarında şöyle konuşma geçer:
-Ciğerlerinizi parçalayacak kadar dehşetteki bu öksürüğü neden çekip duruyorsunuz?
-Ne yapayım erenler, aylardır araştırıyorum, bir çaresini bulamadım!
-Ondan kolay ne var; bu öksürüğü bir anda kesmek mümkün!
-Nasıl olur? Var mı bir çaresi?
-Elbette! Van Gölü civarında papatya gibi bir çeşit çiçek var. Onu kaynatır suyunu içerseniz anında öksürüğünüz kesilir. Fakir, bizzat bu çiçeği orada gördüm.
O sırada Çapanoğlu bir el işareti eder. İçeri giren adamlarına şu emri verir: 'Derhal bir kervan hazırlayıp yola çıkın! Erenler de size kılavuzluk edecek, bir ay içinde Van Gölünden bahsettiği çiçeği alıp gelecek.'
Çaresiz, kış kıyamette Doğu'ya doğru yolları adımlayan Bektaşî-meşreb zata yolda acıyanlar sorarlar: - Erenler, bu ne hal böyle? Kış kıyamet nereye gidiyorsun?
Bizimki şöyle cevap vermiş:
- Sormayın, Çapanoğlu'nun huzurunda dilimizi tutamayıp bir halt ettik. Şimdi Van Gölü'ne ağzımızı yıkamaya gidiyoruz!'
Evet, bazen, ağzımızı yıkamaya gidecek zamanımız da olmayabiliyor.
Söylemekten çok dinlemeye istekli olabiliriz.
Aklımıza geleni söylememeyi becerebiliriz.
Bizi ilgilendirmeyen bir konuda çenemizi yormayabiliriz.
Çok konuşanların her zaman çok bilenler olmadığını bilebiliriz.
Konuşacak yerde susmayacağız; susacak yerde konuşmayacağız.
Kaşgarlı Mahmud'un 'İnsan şişirilmiş tulum gibidir; ağzı açılınca söner.' özdeyişini unutmayacağız.
'Hasılı kelam, susmayı bilmek lazım' deyip bir kıssa ile bitirelim şimdilik:
'Bir deve ile bir eşek bulundukları kervandan her nasılsa kaçıp yeşillik, çimenlik, bol otlu bir yere varırlar. Hürriyetlerinin tadını çıkarırlar; istedikleri kadar yerler, içerler.
Böyle bolluk ve refah içinde yaşayıp giderlerken bir gün eşek, deveye şöyle der: 'Arkadaş! Benim biraz müzik bilgim var, sesim de güzeldir. Şu zevk ve sefamıza biraz daha renk ve çeşni katmak için birazcık gezinip şarkı söyleyeyim mi?'
Deve, her ne kadar 'Sırası değil!' diyerek eşeğin bu isteğine engel olmak istese de başaramaz. Bunun üzerine eşek, güya şarkı söylüyormuş gibi öyle anırır ki sesi ta dağın öteki tarafından duyulur.
Sahipleri de onları aramaktadır. Sesin geldiği tarafa gelirler, eşekle deveyi yakalarlar. Deveyi eşeğe bağlayarak ve de ikisini de döve döve götürürler.'