Erdem, ahlak, hikmet gibi kavramlarla tarihin ilk dönemlerinden itibaren din ve düşünce sistemleri ile pek çok düşünür, filozof/hakîm ilgilenmiş; ne olduğu ve ne olmadığı üzerine fikirler geliştirmişlerdir. Çok geniş ve farklı tanımlar yapılmakla birlikte yazımıza kısaca ahlakın tanımı ile başlamak, konuya perspektif geliştirmek açısından yararlı olur kanaatindeyiz.
Sözlüklerde insanın fizik/zahir yapısı için halk, manevi/batın yapısı için hulk kelimeleri kullanılır. Kelimelerin harf değişikliğiyle birbiriyle ilintisi bağlamında zihin dünyasında çağrıştırdığı bir muhayyile içerisinde zahir-batın bütünlüğüyle 'hulk'u güzel olanın, 'halk'ının da güzelleştiği, zahir güzelliğinin batına tabi olduğu ifade edilebilir.
Ahlak kelimesi 'hulk/huy' kelimesinin çoğuludur. Buna göre ahlak, huylardan oluşmaktadır. Huy, iyi de kötü de olabilir. İslam ahlakının kaynağı Kur'an ve sünnettir. Yüce Rabbimizin 'Ve şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin' buyurarak (Kalem, 68/4) övdüğü Sevgili Peygamberimiz, 'Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim'. der. (Muvatta, Hüsnü'l-hulk, 8) Bu çerçevede ibadetlerin nihai amacının güzel ahlaka erişmek olduğunu düşündüğümüzde inanç; asıl olmak üzere ibadet ve ahlaktan hangisinin öncelikli olduğu, anlamını kaybetmektedir. Zira bir binanın temeli, duvarı ve çatısı birlikte bulunmadan tek başına bir unsur ile bir şey ifade etmediği gibi bu esaslar da tek başına hakiki anlamını bulmaz.
Ahlakî davranışlar, kişinin özünde yer eder ve doğal bir halde kişinin hayatına yön verirse, ortaya çıkan hale de erdem denir. Erdem, fazilet kelimesiyle ifade edilir. Fazilet ise fazlalaşmak, artmak, üstün olmak, anlamlarını taşıyan 'fadl' kökünün bir türevidir. O halde fazilet de 'insanı üstün mertebelere çıkaran niteliklerdir' denilebilir. Erdem, ifrat ve tefrit gibi iki aşırı uca savrulmadan itidal sınırında, ortada durmaktır. İtidal ise Kur'an ve sünnette beyan buyurulan çok önemli bir kavramdır.
Filozoflar, gazabî, arzu ve melekî kuvve olmak üzere insanın üç temel kuvvesi olduğundan söz eder. Bu üç kuvvenin de mutedil sınırında 'yiğitlik, iffet ve hikmet' erdemleri çıkar karşımıza. Bu üç erdem de bir kişide gerçekleşirse adalet ortaya çıkar. Dolayısıyla adalet, en mükemmel erdemdir. Yine bu kavramlar altında da birçok erdem zikredilir. Sözgelimi yiğitlik altında zikredilen yüce ruhluluk, kişinin üstünlük ve alçaklığa önem vermemesi, zenginlik, fakirlik, rahatlık ve sıkıntıya iltifat etmemesi, ret ve kabulü bir tutması, övgü ve yergiyi, zor kolay her işe tahammül edebilmesi gibi davranışları sergilemesidir. (İbn Miskeveyh, Tehzibu'l-ahlak, 38-39)
İnsan dünyaya temiz bir fıtrat ile onu diğerinden üstün kılacak herhangi bir niteliğe sahip olmadan 'artı değer'siz olarak gelir. Bu anlamda erdemin üç özelliğinden birincisi 'iradî oluşu'dur ki doğuştan getirilen güzellik, sağlık, soylu bir aileye mensup oluş gibi nitelikler erdem sayılmaz. Zira insan olma açısından kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.
İkinci özelliği ise 'sosyal oluşu'dur. Erdemin mazharı olarak insan; insan deyince de toplum akla gelir. Erdem, her şeyden önce insanlar arası ilişkilerin bir sonucudur. Bu anlamda İslam düşünce sisteminde toplumdan uzaklaşmak, erdemleri hayata geçirmede engel olarak görülür. Netice itibariyle bu kavramın bireysel olmaktan çok sosyal bir olgu olduğunu da söylemek mümkündür. Burada beş vakit namaz, cuma namazı gibi cemaatle icra edilen ibadetlerin hikmetlerinden birinin bu olduğunu da söyleyebiliriz. İrfanî gelenekteki uzlet, halvet gibi haller bir terbiye vasıtası olarak görülür ve bu eğitimin akabine tekrar halk içerisine dönülür. Bu anlayış çerçevesinde sosyal bir varlık olan insan hem kendini yetkinleştirmeli hem de bir başkasını yetkinleştirmek için de gayret göstermelidir. Burada, şu hadisi de hatırlamakta yarar vardır: 'Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.' (Tirmizî, Sıfatü'l-kıyame, 59)
Bir huyun övgüye layık olabilmesi için onun başkalarına geçmesi de gereklidir. Yalnız sahip olana yarar sağlayan şeye faydalı denilse de fazilet denilemez. Cömertlik erdemine sahip bir kimsenin cömertliği başkasına geçmiyorsa o kişi cömert değil, savurgandır. Aynı şekilde başkasını olumlu anlamda etkilemeyen yiğitliğin sahibi yiğit değil kıskanç; etkisi kendisiyle sınırlı olan bir hikmetin sahibi de filozof değil görüş sahibi olarak adlandırılır. (Tûsî, Ahlak-ı Nasırî, s. 91-92)
Erdemin üçüncü özelliği de sürekli oluşudur. Herhangi birşeyi öğrenmek isteyenin bu işle sürekli meşgul olması gerektiği gibi, erdemli olmak isteyen kimsenin de sürekli erdemli davranışlarda bulunması ve bunu alışkanlık haline getirmesi gerekir. Sonuç olarak ana ekseni aynı kalacak şekilde iç içe geçmiş iki daireye benzetebilecek bu iki kavramdan 'erdem'in ahlaktan daha geniş olduğunu ifade edebiliriz. (Halil Altuntaş, 'Erdemli İnsan Erdemli Toplum, Diyanet Aylık Dergi, Temmuz 2008)
İbadet, emanet, hilafet ve imaret görevi ile memur kılınan insan, erdemli davranışları kazanma ve ömrü boyunca onları koruma çabası içerisinde her an teyakkuzda ve devamlılık haliyle kaleyi, savunmaya hazır tutan asker misali olmalıdır. Böylece nefsin hastalıkları olarak bilinen erdemsizlikler de bu yolla ortadan kalksın.

Ensarın Seçkin Hanımlarından:
ÜMMÜ SÜLEYM (R.A.)
Bitmek bilmeyen savaşlarla yıkık dökük bir harabeye dönen Yesrib şehrinin sakinleri düşmanlıklardan, çatışmalardan ve Yahudilerin oyunlarından usanmıştı. Huzura susamış gönüller biçare beklerken içlerinden bazıları, şehrin kasvetini dağıtmakla kalmayıp gönül hanelerini de aydınlatacak bir kurtarıcının geldiğini anlamışlardı.
Hazrec kabilesinin Neccaroğulları soyundan gelen Ümmü Süleym künyesiyle meşhur Milhan kızı Rümeysa, müşrik olan eşi Malik ne derse desin, o hakikati bulmuş, Resûlullah'ın davetine uymuştu. Biricik yavrusunun da bu yolda olmasını arzuluyor, ona kelime-i tevhidi telkin ediyordu. Bu duruma karşı duran eşinin vefatıyla Ümmü Süleym'in hayatına yön veren tek şey imanı olmuştu. Çevresindeki pek çok hanımın asla reddetmeyeceği Ebû Talha'nın evlilik teklifini, Müslüman olmadığı için kabul etmemişti. Emsalleri, evlenirken alacakları mehrin meblağı konusunda tartışadursun o, talibinin Müslümanlığı kabul etmesini kendisi için mehir olarak kafi görmüştü. Böylelikle Ebû Talha gibi bir yiğidin şirk bataklığından kurtulup İslam'la şereflenmesine vesile olmuştu. Allah'ın Sevgili Elçisi hicret ettiğinde Medineli hanımlar ona hediyeler takdim ederken o, en değerli varlığını, on yaşındaki biricik oğlu Enes'i götürmüştü yanında. Resûl'ün hizmetinde bulunsun ve onun yolunda yetişsin diye yavrusunu ona teslim etmişti. Yuvasını iman üzere kurarak bir evladını Allah yoluna adayan bu mümin hanımefendi, ikinci oğlu Ebû Umeyr'in vefatını tam bir teslimiyetle karşılamıştı. Kendi acısını bir kenara bırakarak eşi Ebû Talha'yı teselli sadedinde sarf ettiği şu sözler oldukça manidardı: 'Birinden ödünç bir şey alan kimse aldığı şey geri istenince onu vermeyip yanında alıkoyabilir mi?' Ölünün ardından saçını başını dağıtarak, bağıra çağıra günlerce isyan etmeyi öngören cahiliye geleneğinden gelen bir insanın dilinden dökülen bu sözler, 'alanın da verenin de Allah olduğu' inancını içselleştirmenin ne demek olduğunu gösteriyordu. Resûl'e duyduğu hürmet ve muhabbetle de meşhur olmuştu Ümmü Süleym. Hz. Peygamber, sahabe arasında dindarlığı, zekası ve hizmetleriyle temayüz eden bu hanım hakkında şu müjdeyi vermişti: 'Rüyamda kendimi cennete girmiş gördüm, orada Ebû Talha'nın hanımı Ümmü Süleym ile karşılaştım.' (Buharî, Fedailü ashabi'n-nebî, 6) (Sahabe Hatıraları DİB yay. Syf. 103)
MEAL OKUYORUM

Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.(Ahzab,21)
GÜNÜN DUASI

'Rabbimiz! Şüphesiz sen, gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilirsin. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.' (İbrahîm Sûresi, 38. ayet)
HER GÜNE BİR HADİS

'Din kardeşinle çekişme! Onunla alay etme!' (Tirmizî, Birr 58) .
BİR SORU-BİR CEVAP

Fakir kardeşe zekat verilebilir mi?

Fakir olan kardeşe zekat verilebilir. Kardeş çocuğu, amca, dayı, hala ve bunların çocukları da böyledir (Merğînanî, el-Hidaye, II, 224) (Fetvalar, DİB Yay. syf. 249)